Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de yapılar sadece işlevleri ile kısıtlı olmayan sosyal, kültürel, ekonomik anlamlar barındırırlar. Özellikle Türkiye ortamında konut ve genel olarak bina bir yatırım, birikim, sosyal güvenlik aracı olarak görülmektedir. Bu algı içinde binalar kullanıma yönelik varlıklarının yanı sıra birer rant aracı olarak anlam, değer ve öncelik kazanır. Benzer biçimde kentlerimiz Türkiye’nin barındırdığı gelir, kültür, eğitim farklılıklarını yansıtan, bugüne kadar gerçekleşmiş eklektik kentleşmenin sorunlarını içeren fiziksel farklılıkları yansıtır. Bu farklılıklar kimi zaman çeşitlilik ve zenginlik gibi algılansa da çoğu zaman sosyal, ekonomik ve algısal sorunların kaynaklarını oluşturmakta, kentin paydaşları arasında beklentilerin sıralamalarını değiştirmektedir. Uluslararası anlamda ki bir sürdürülebilirlik kavramının çevresel beklentileri ve öne çıkarmaya çalıştığı değerler rant ve yatırım değeri ile karşılaştırıldığında öncelik kazanamamakta, ikincil değer olarak kabul görmektedir. Binalar ve yapılı çevre bu değer öncelikleri içinde gerçekleşmekte, uzun vadeli çok boyutlu planlamalardan çok gündelik baskı ve beklentiler tarafından şekillendirilmektedir.
Daha önemlisi bu baskı ve beklentiler içinde kentlere yönelik pek çok sorun doğal ve kaçınılmaz olarak algılanmakta, büyük şehirlerin rantlarından faydalanmanın kaçınılmaz sonucu olarak görülmektedir. Bugün Türkiye nüfus artışı, kentsel alanlara göç, işsizlik ve gelir paylaşımı adaletsizliği gibi sorunlar nedeni ile yoğun bir barınma sorunu baskısı altında bulunmaktadır. Yıllar içinde gecekondular aracılığı ile aşılmaya çalışılan bu sorun toplu konut alanları içinde gerçekleştirilen düşük standartlı ve düşük maliyetli konut üretimi ile iyileştirilmeye çalışılmaktadır. Giderek kentlerin merkez dışına doğru denetimsiz ve bütüncül olmayan, parçacı planlar içinde büyümesi bir yandan yeni sorunlar oluşmasına neden olmakta öte yandan “kent algısı ve yaşamı” kavramını dönüştürmektedir. Ucuz ve hızlı üretimin zorunlu bir gereği gibi algılanan toplu konut projelerinin dayandırıldığı “tip projeler” yer, yön, iklim ve kültür farklarını, özetle o yere ait özgünlük unsurundan farklılıkları gözetmeksizin farklı coğrafya ve topografyalarda uygulanmakta, bu bağlamdan bağımsız tekrarlar oluşması sebebiyle sürdürülebilir çevrelere yönelik sorunlara neden olmaktadır. Tip projelere dayalı üretim alanları sadece fiziksel sorunlarla kısıtlı kalmayan kültürel, sosyal ve algısal sorunların da kaynağını oluşturmakta, kademelenme barındırmayan ve sosyal altyapıdan mahrum bırakılmış blok tekrarları paydaşlık ve komşuluk ilişkilerine olanak tanıyan kentsel bir çevre oluşturmaktadır. Bu alanlarda yaşayan yoğun kentli nüfusun kentle ilişkisi, kent yaşamına katılma olanakları kısıtlı kalmakta, bütünleşik bir kent algısı ve kent kültürünün oluşumu kesintiye uğramaktadır. Kentlerin standartlarının oluşmasında pek çok belirleyici unsurun yanı sıra o kentin paydaşlarının talep, beklenti ve öncelikleri belirleyicidir. Bu anlamda kentte yaşayanların kendi konut ve iş çevreleri dışındaki kentsel alanları ve bu alanlardaki yaşama sahip çıkmasını temsil eden “kent sahipliliği” kavramının yaygın olarak benimsenmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bu kavramın toplumsal yaşam öncelikleri içinde yer alabilmesi için kent mekanına ve yapılı çevreye yönelik “eleştirel bir kültürün” yerleşmesi, paydaşların katılımcı biçimde yerel yönetimlerde temsiliyet bulması, kentle bir aidiyet ilişkisi geliştirmesi gerekir. Kent ve yapılı çevre ile kurulan aidiyet ilişkisi, bu çevrelere yönelik meydana gelen sorunlar kadar sunduğu olanakların da paydaşı olmak, sürdürülebilir bir kent anlayışının öncelikli gereklerindendir